Dağlarca'nın ilk şiir kitabı 1935'te yayınlanır: Havaya Çizilen Dünya. Ama şair, asıl kişiliğini bütün yönleriyle yansıtan eserinde, Çocuk ve Allah'ta, bulur. Dağlarca'nın özelliği insan kaderi, dünya ve evrendeki yeri üzerine, sevgiyle karışık çocuksu bir şaşkınlıkla eğilmesidir, diyebiliriz. Şair bu kitapta, iki uç arasında, Çocuk'la Tanrı, görünenle görünmeyen arasında şaşkınlıkla gidip gelir. İnsanlığın kaderi üzerine çocuk'tan, insanlığınkine Taş Devri'nden (1945) başlayarak Tanrı'ya, Evrene, oradan da Evren ötesine {Âsû, 1955) kadar uzanır ilgisi. Bu düzeyde şairin son vardığı aşama Âsû'dur. Dağlarca'nın belki en karanlık, belki de en aydınlık eseri olan Âsû "insanın günümüzden (yani, şairin sezgisinden) eski çağlara doğru tek kesit içinde incelendiği" eserdir. Âsû, hiçbir bilimin, hiçbir dinin bugüne kadar kavrayamadığı; içine, Tanrısı, doğası, insanı, evreni, uzayı ile her şeyi alan, "süreden sürez'e" uzanan "bir devinimin", bir "büyük aydınlığın" (gözleri kör eden, onun için de ne olduğunu bilemeyeceğimiz bir aydınlığın) ta kendisidir.
Dağlarca'nın şiirini, o engin, çağlayanlar gibi gürül gürül akan, aktıkça coşan, coştukça akan şiirini, Daha'daki (1943) "Dışımızla içimiz" adlı şu dörtlük özetlemektedir:
Görünenle
Olmak
Düşünmek
Görünmeyenle.
Görünenle olmak. Nedir görünen? Dünya gerçeği. Dağlarca için görünen, her şeyden önce insandır, önce, çocuk'ta başlayan, anada, kardeşte arkadaşta, sevgilide somutlaşan, önce kendi ulusunda, sonra dünya uluslarında, bir kelimeyle, insanlıkta oluşan insan. Dağlarca'nın, insan bilmecesinin çekirdeği çocuk'la başlayan "görünenle olmak" serüveni, Çakırın Destanı (1943) ile insanın dış dünya karşısındaki davranışına ve ruh yapısına, oradan da Anadolu köylüsünün kaderine (Toprak Ana, 1950; Aç Yazı, 1951), Türk ulusunun fetihlerle yüce, Kurtuluş Savaşı'yla kutsal yaşantısına kadar uzanır. Bu aşama destanlar aşamasıdır. Üç Şehitler Destanı (1945) ile başlayan, İstiklâl Savaşı-Samsun'dan Ankara'ya (1951), İstiklâl Savaşı-İnönüler (1951), Yeni Mehmetler (1964), Çanakkale Destanı (1965) ile sürüp giden bir sürü destanda şairin yüreği yurdu için çarpar. Dağlarca bununla da kalmaz, 27 Mayıs Devrimi'ni izleyen özgürlüksüz demokrasi döneminin bütün haksız eylemlerine mertçe cephe alır.
Bütün bu destanların yanı sıra, Çakırın Destanı ayrı bir önem taşır. Bu eserde şair, yüzyıllardır horlanmış, ezilmiş bir ulusun çocuğu olan Çakır'ın ağzından "bir cihan türküsü" özlemi içinde antenlerini gerip "uzak milletlerin gençlerini" yarını dinlemeye çağırır. Bununla da kalmaz, Sivaslı Karıncayı (1951) yollara salıp, ilk kez dünyaya açılarak, insanın ortak kaderi üstünde durur Asya'yla Avrupa'yı kıyaslayarak. Şair artık yalnız kendi ulusunun değil, bütün ulusların, özellikle ezilmiş, horlanmış, uyanmamış, uyanması engellenmiş ulusların sözcüsü olur, hatta daha da ileri giderek, Vietnam halkının bir sömürgen devlete karşı kahramanca sürdürdüğü (tıpkı bizim Kurtuluş Savaşımız gibi) kurtuluş çabasını benimseyerek Vietnam Savaşımız (1966) adı altında bir destan yazar, Kubilay Destanı (1968) doğrultusunda bir coşkuyla.
Dağlarca'nın ikinci özelliği görünmeyenle düşünmek'tir. Görünmeyen, önce, adına Tanrı dediğimiz kavram, sonra gökleri, yıldızlarıyla (bütün uzay deneylerine rağmen) çözülmez bir bilmece halinde karanlıklara gömülü bir evren, daha sonra da ölüm, o yokluk, o Allah'a doğru uzanan yolculuk'tur.
Dağlarca'dan Tanrı, Mevlanâ ve Yunus'taki gibi mistik bir varlık, insanın ulaşmaya, kendini onda eritmeye yöneldiği bir varlık değildir. Daha çok bir bilinmezler kavramıdır Tanrı. Evrenin dinginlik senfonisinde her şey Tanrı kadar "mevcut" ve hareketsiz, her şey onun kadar "namevcuttur" çünkü. Tanrı, olsa olsa, insanda yaşayan, insanla birlikte var olan bir bilinmez, belki de bir sonsuzluk özlemidir. Oysa insan, hele çocuk, her yerde var ve "mevcuttur". Öylesine var ve "mevcuttur" ki, Dağlarca onu son eserinde (Arkaüstü, 1974) uzay boşluklarında, yatağında sırt üstü yatmış durumda, renkleri öttürme yarışları, sesleri boyama oyunları içinde, ışıktan giysilerle, uçan sevinçlerden sevinçlere koşturup, Exupery'nin Küçük Prens'inin dünya ötesi gezegenindeki serüvenine taş çıkartan bir düş ve fantezi zenginliğinde dolaştırıyor.
Dağlarca, sayısı otuz üçü bulan, her biri ötekinden güzel ve ilginç kitaplarıyla Türk edebiyatında, gerek kapsamı, ön seziş yeteneği, hayal gücü hiçbir şiir geleneğine bağlı olmayan eserleri, gerek şiir dilinin özgünlüğü, hepsinin üstünde sözcüklere yüklediği düşünce ve duygu zenginliğiyle erişilemez bir doruktur. Daha 1939'larda Orhan Burian: "Dağlarca'nın şiiri ya cinnete, ya da dehaya varmak üzeredir" demişti. Aradan geçen 36 yıl bu yargının dehadan yana ağır bastığını gösteriyor.
Vedat GÜNYOL
Çalakalem, İş Bankası Yayınları, 1999
BAŞBAKANI ALKIŞLAYAN AKADEMİSYENLER
Başbakan Erdoğan’ın Dağlarca ile ilgili “Türkçenin dil lezzetini Anadolu’nun ruh köküne uygun bir ustalıkla dile getiren şair...” tanımlaması sınırlı bir açıdan da olsa aynı gerçekliğe işaret etmektedir. Ne var ki başbakanın bu belirlemesini doğrulamak için Dağlarca’nın olduğunu söylediği, Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘Sanat’ şiirini okuması tam bir evlere şenlik durumudur. Çünkü bu durumun birden çok ve herbiri diğerinden vahim tarafları var.
İlk etapta şunu belirtelim. Başbakan başbakan olmadığı dönemlerde meydanlarda okuduğu bir şiir yüzünden hapis cezasına çarptırılmış ve hapishanede bizzat yatarak cezasını da çekmiştir. Bu olay nedeniyle oldukça popülerleşmiş, arkasına aldığı rüzgârla ‘şiir okuma kasedi’ çıkararak da bu süreci taçlandırmıştır. Yönettiği ülkenin en önemli şairinin şiiri diye kırk yıl önce ölmüş bir şairin şirini okuması başbakanın şiirle ilişkisinin hayli sığ ve sınırlı olduğunu göstermektedir.
İkinci aşamada başbakanın önüne bu şiiri getiren danışmanların durumuna bakmak gerekir ki olayın bu boyutunda daha hazin bir gerçeklikle karşılaşıyoruz. Başbakanın danışmanları Türkiye kültür birikimi ve Türkiye şiir kültürü açısından başbakandan daha acıklı bir durumdadır.
6. Uluslararası Türk Dili Kurultayı’nda yaşanan bu skandalın son sahnesinde ise kurultaya katılan akademisyenler, dil kurumu yetkilileri, çeşitli alanlara mensup kültür insanları ve cumhurbaşkanı bulunmaktadır. Son sahnede yer alanların icraatı, vefatı dolayısıyla Fazıl Hüsnü Dağlaca’yı, Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘Sanat’ şiirini okuyarak anan başbakanı avuçlarını patlatırcasına alkışlamaktır.
Benzer bir olay da TRT -2 kanalında yaşanmış, yine Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘Han Duvarları’ Dağlarca’nın şiiri olarak okunmuştur.
BU KADRO ÜLKEYİ NE KADAR YÖNETECEK?
Bu tablolar Türkiye şiirinin en büyük ustalarından biri olan Dağlarca’nın ölümünden daha üzücüdür. Dağlarca dev bir şiir yapısı kurmuş, her insan için bir gerçeklik olan ölümle bu görkemli yapı içinde karşılaşmış, gözlerini sonsuzluğa ebedileşmenin verdiği iç rahatlığıyla kapatmıştır. Oysa Dağlarca adına ülke başbakanının önüne yanlış şiir koyanlar, bu yanlışlığın farkında olamayan başbakan ve bu kültürel skandala üslubu dairesinde müdahale etmek yerine, büyük olasılıkla bir yanlışın övgücüsü olduklarının farkında bile olmadan hararetle alkışlayanlar Türkiye’yi yöneten kadrolardır. Üstelik bu kadroların bu ülkeyi daha ne kadar zaman yönetecekleri de belli değildir.
CAFER YILDIRIM